24 Nisan 2013 Çarşamba

İSLAMİYETİN SUÇ TARİHİ NEDEN YOK?




 

 Engin Erkiner
Hıristiyanlığın Suç Tarihi adlı 5000 sayfalık, on ciltlik ve yayımlanması 27 yıl sürmüş dev eserden söz ederken, insanın aklına “İslamiyetin suç tarihi” neden yok sorusu geliyor.
Suç tarihi derken küçük suçlardan değil kitle katliamlarından, faşist rejimlerin desteklenmesinden, insanlık dışı ve yaygın uygulamalardan söz ediyorum.
İslamiyetin 1400 yılı aşkın tarihinde bunlar olmamış mıdır?
İslamiyet, Humeyni’nin belirttiği gibi “kan ve kılıç dini” midir, yoksa kimilerinin iddia ettiği gibi barışçı bir din midir?
Böyle bir tarih Kitap’a bakılarak yazılamaz.
Hıristiyanlığın Suç Tarihi İncil’e bakılarak değil, Hıristiyanlığın değişik kollarının tarih boyunca yaptıkları incelenerek yazıldı.
Aynısı İslamiyet için de geçerlidir.
“Ama Kuran’da böyle yazmıyor” ya da “Kuran böyle yorumlanamaz” demek anlam taşımaz. Oldukça uzun  bir tarih var ve asıl olan bu tarihtir, Kitap’ta ne yazdığı değil…
Hıristiyanlıkla İslamiyet arasında tarihteki ağır suçların araştırılması konusunda önemli bir farklılık ortaya çıkıyor:
Hıristiyanlık için kimin esas muhatap olduğu belli: kiliseler…
Katolik kilisesi, Protestan kilisesi, Ortodoks kilisesi…
Hıristiyanlığın tarihi boyunca devlet ve kilise ayrı olmuş. Uzun yıllar boyunca kilise devlete egemen olmuş, etkinliği krallardan bile fazla olmuş. Ama bu durumda bile krallık ve kilise aynı kurum değilmiş.
Fransız devriminin ardından kilisenin gerilemesi ve devlet ile toplum üzerindeki etkinliğini yitirmesi süreci artmış.
Hıristiyan toplumlarında kiliseler bugün de etkin konumdalar ama bu etkinlik eskisine göre oldukça gerilemiş durumdadır. Kilise dikte edenden çok kendisine dikte edileni kabullenmek durumunda kalmaktadır.
Kürtaj, eşcinsellik gibi konularda uzun süre direniş gösteren Katolik kilisesi, sonuçta itirazlarını azaltmak hatta susmak zorunda kaldı. Hatta eşcinseller arasındaki dindarları bile keşfetti…
İslamiyette ise böyle bir muhatap yok…
İslamiyet, Hıristiyanlıktan farklı olarak devlet dinidir, devletle iç içedir.
İslamiyetin farklı başka bir özelliği ise, İslam yorumları arasındaki büyük farklılıktır.
Farklı yorumlar Hıristiyanlıkta da bulunmakla birlikte, İslam yorumundaki farklılıklar sık sık İslam’da iç savaşa kadar gider.
Hıristiyanlık tarihinde de mezhepler arasında iç savaş olmuştur; Katoliklerle Protestanlar arasındaki savaş gibi…
İslamiyette ise iç savaşlar bitmedi…
Afganistan’ı ele alacak olursak…
Bu ülkede NATO işgali var ve aynı zamanda İslam içi bir savaş da söz konusu…
Taliban İslam, işgalci güçler arasında yer alan Türkiye de İslam…
İran rejimi İslam ve Taliban’a kesinlikle karşı…
Suriye’deki iç savaş aynı zamanda İslam’daki iç savaş değil midir?
Taraflar İslam adına savaşmayabilirler, ama sonuçta savaşan iki tarafta da Müslümanlar büyük çoğunluğu oluşturuyor. Bu ülkede Hıristiyanlar da var ama sayıca azlar…
İslamiyet barış dinidir gibi bir belirleme gerçekliğe uymaz.
İslam’ın değişik akımları başkalarıyla savaşmanın yanı sıra birbirleriyle de savaşıyorlar.
Kitap’a değil de yaşanılan pratiğe bakacaksak eğer, İslam’ın barış dini olmakla ilgisi yoktur diyebiliriz.
İslam’ın genel tarihinde değil de, somut bir tarihte, Osmanlı tarihinde dolaşalım.
İslam’ın genel olarak barış dini olmakla ilgisi yoktur derken, bunu Sünnilere özgü olarak belirttiğimi düşünmeyin. Aynısı Aleviler için de geçerlidir.
Osmanlı İmparatorluğu 1. Selim (Yavuz selim) zamanında Sünnileşti denilebilir. Özellikle kuruluş döneminde Osmanlı Beyliği Sünni islamdan uzaktı, Aleviliğe ve Bektaşiliğe daha yakındı.
Bu durum Osmanlı’nın ilk yayılmasını sağlayan akıncı beyleri için de geçerlidir.
Ardından Yeniçeriler gelir ki Bektaşi kültürü etkin durumdadır.
Yeniçeriler ordunun vurucu gücüdür.
Barışçılık dediğiniz böyle oluyor işte!
Buradan 1826 yılına, Vakayı Hayriye’ye atlayayım…
Hayırlı Vaka olarak bilinen bu olay, Sultan II. Mahmut’un Yeniçeri ocağını yakalayabildiği herkesi katlederek ortadan kaldırmasının adıdır.
Bazı Alevi yazarlar bu olayı Vakayı Şerriye olarak adlandırırlar.
Yeniçeriler önceki yıllardan başlayarak İmparatorluktaki her çeşit yenilenmeye karşı çıkıyorlardı. II. Selim’in kurmaya çalıştığı yeni ordu (Nizamı Cedit) Yeniçerilerin baskısıyla dağıtıldı. Bir sadrazam (Alemdar Mustafa Paşa) öldürüldü. II. Mahmut zamanını kolladı ve Yeniçerileri tümden katletti.
O gün Boğaziçi’nde denizin cesetten görünmediği yazılmıştır.
Katliamın nedeni, öldüren İslam öldürülen de İslamdır, dini değildir.
Askerin yozlaşmış ve artık savaşamayan bir kesimini ortadan kaldırmaktır.
Gariptir, II. Mahmut’u sevmeyen Aleviler, Mustafa Kemal’i severler.
Halbuki Mustafa Kemal, II. Mahmut çizgisindeki bir reformcudur.
II. Mahmut, 1. ve 2. Meşrutiyet, İttihat ve Terakki ve Mustafa Kemal…
İmparatorluk ve Cumhuriyet’te böyle bir reform çizgisi var…
İlki olmasaydı, sonrakiler de olmazdı.
Tarihe mezhep gözlüğüyle baktığınızda bu yönde yanlış bir değerlendirme de kaçınılmaz oluyor.
İslam’ın tarihinde iç katliam çoktur. Yakın yıllara kadar gelir ve halen de sürmektedir.
Halepçe; öldüren de öldürülen de Sünnidir; sadece dinleri değil mezhepleri de aynıdır.
Katliamın dinsel motifi bulunmuyor, ulusal motifi bulunuyor. (Arap-Kürt)
Maraş, Çorum gibi katliamlar da İslam içidir, ama mezhepler farklıdır.
Senin katliamın sana benimki bana anlayışı İslam’da gelişmiştir.
Maraş ve Çorum’u ananlar; Nusayrilerin 20-40 bin Sünniyi katlettiği Hama katliamını anmazlar.
Bu kısa tarih gezisinden bile çıkan sonuç şudur:
İslam’ın suç tarihini yazmak, Hıristiyanlığınkini yazmaktan daha zordur. Bu zorluk çeşitlilikten kaynaklanmıyor; bir kesimin suç kabul ettiğini diğer kesimin öyle görmemesinden kaynaklanıyor. Bir katliam bir tarafa göre haklıdır, bir başka katliam da öteki tarafa göre haklıdır.
İslam’ın değişik kolları henüz bu ikilemden bile çıkamamış durumdadır.
İslam’ın devlet dini olması, devletle bütünleşmiş olması, İslam’ın suç tarihini oldukça çeşitlendirdiği gibi, ağır suçların halen de sürmesini gündemde tutabiliyor.
Hala Alevileri kesmekten söz edilebiliyor ve buna gerekçe bulunabiliyor.
Bir Şii devleti olan İran’daki recm (taşlayarak öldürme) karşısında susuluyor.
1981’de Suriye’de Nusayrilerin Hama’daki Sünni katliamı ise türlü gerekçelerle haklı gösterilmeye çalışılıyor.
İslam’ın değişik kolları asgari insan hakları tanımında bile birleşmemiş durumda…
Herkesin insan hakkı kendine…
Ben bu hakları çiğnersem iyidir, başkası çiğnerse hiç iyi değildir…
Filistin’deki Hamas…
Şeriat devleti kurulmasını savunuyor ve aklı evveller tarafından anti-emperyalist olarak bile görülebiliyor.
Anti emperyalizm ona ya da temsilcisine karşı savaşmak ise, dünyada Taliban’dan iyisi yok demektir!
Kim ya da kimler böyle bir tarihi yazmanın yükünün altına girebilir, bilemiyorum.
Bu en az 20 yıllık bir çalışma demektir.
Hıristiyanlığın Suç Tarihi’ni bir kişi yazabilmiş ama İslam’ın Suç Tarihi’ni bir kişinin yazabileceğini sanmıyorum.
Konu daha büyük…
Bu tarihi Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye ile sınırlı olarak yazmak bile zor…
Dahası, kimse buna dikkat bile etmiyor.
Bu ülkede İslam’ın değişik kolları 12 Eylül faşizmine karşı sesini çıkardı mı?
Hayır. Ne o zaman ne de şimdi seslerini çıkarmadılar, hatta onayladılar.
Bunun Arjantin’deki cunta ile işbirliği yapan Katolik Kilisesi’nin yaptığından ne farkı var?
Hiç farkı yok…
Diyanet İşleri zaten bir devlet kurumudur, tepki göstermesi beklenemezdi.
Diyanet dışındaki şeyhlerden ve moda deyimle kanaat önderlerinden tepki geldi mi?
Tersine destek geldi, Gülen cemaatinden olduğu gibi…
İslam’da ileri boyutlara varmış kendini kandırma olayı var.
Gerçeğin işine yarayan bölümünü almak ve geri kalanıyla da ilgilenmemek…
Çelişki görülmeyecek gibi değil, ama görmek istemeyince insan görmüyor…
İslam’ın barış dini olması gibi…
Sadece İslam’ın günümüzdeki iç kavgalarına bakmak bile tersinin doğru olduğunu anlamak için yeterlidir.
Alevilik barışçıdır gibi…
Kılıç (Zülfikar) sembolüyle barışçılık biraz garip oluyor ama neyse artık…
12 Eylül öncesinde devrimci hareket içinde çok sayıda Alevi vardı.
Doğru, peki sonra ne oldu bu insanlara?
Çoğu Aleviliği devrimcileştirmek adına kendileri Alevicileşti ve CHP’ye gittiler.
Devrimci hareketin dağılmasına da önemli katkıları oldu.
Kendilerini hala ilerici görürler, orası da ayrı bir konu…
Böylesine bir ortamda İslam’ın Suç Tarihi nasıl yazılır, ben de bilmiyorum.
Hıristiyanlığın Suç tarihi yazılırken Hıristiyanlık içinde bu boyutta kargaşa yoktu.
Bu ortamda İslam’ın Suç Tarihi’nin yazılabileceğini sanmıyorum, ama en azından bizdeki ve yakın dönemle sınırlı bir suç tarihi yazılabilir.
İşte 12 Eylül ve işbirliği…
Buna dikkat çekip üzerine çalışmaya başlasak bile şimdilik yeter…


14 Nisan 2013 Pazar

HIRİSTİYANLIĞIN SUÇ TARİHİ


Engin Erkiner

Karlheinz Deschner’in ilk cildi 1986’da yayımlanan Hıristiyanlığın Suç Tarihi (Kriminalgeschichte des Christentums) adlı yaklaşık 5000 sayfalık yapıtı geçtiğimiz günlerde yayımlanan 10. ciltle sona erdi. 

Hıristiyanlığın ilk döneminden başlayıp günümüze kadar gelen kitap, Hıristiyanlığın bütün mezheplerinin tarih boyunca işlediği suçları anlatıyor. 
Her kent ya da kasabada yüzlerce yıl boyunca ne olduğunu bilemezsiniz. İncelenen işlenen önemli suçlar, insanlığı yönelik suçlar olsa gerektir.
Kitapları okumadım. Sadece bazı ciltleri karıştırdım. Büyük bir konu, öyle kıyısından öğrenilecek bir konu değil.
Avrupa tarihinde önemli yer tutan 30 yıl savaşları, ki çok sayıda insanın ölümüne neden olmuştur, esasında Katoliklikle Protestanlık arasındaki savaştır.
Fransa’da St. Bartelmi katliamı bilinir. Katoliklerin Protestanları kitle halinde katlettiği gündür.
Hıristiyanlığın tarihinde daha bunun gibi neler var neler…
Hıristiyanlığın kara sayfalarından bir tanesi de bu dinin değişik kollarının diktatörlüklerle yaptığı işbirlikleridir.
Almanya’da Protestan Kilisesi Nazilerle işbirliği yaptı. Aynısını Katolik Kilisesi de yaptı ve Yahudi soykırımını en azından uygun buldu.
İtalya’da Mussolini faşizmi, İspanya ve Portekiz’de Franco ve Salazar faşizmleri Katolik Kilisesi’nin desteğini alarak yıllarca iktidarlarını sürdürebildiler.
1968 yılında Katolik Kilisesi’ne karşı Latin Amerika’da Özgürlük Teolojisi Hareketi ortaya çıktı. Hıristiyanlıkla sosyalist düşünceyi birleştiren bu hareket Katolik Kilisesi’nin katı baskısıyla karşılaştı. Camillo Torrez gibi gerilla savaşında hayatını kaybeden militanlar da çıkaran bu hareket yok olmadı ama fazla da gelişemedi.
Latin Amerika ülkelerindeki faşizmler (örneğin Arjantin) kilisenin desteğine sırtını dayayarak güç aldı.
Katolik Kilisesi Latin Amerika ülkelerindeki askeri rejimlerin suç dosyasına kaçınılmaz olarak ortaktır. Onlara destek olmuştur.
Deschner’in kitabı Rusça, İtalyanca, İspanyolca, yunanca ve Lehçe’ye çevrilmiş durumda…
5000 sayfadan fazla tutan bu on cilt ancak ömür boyu süren bir araştırma ile yazılabilirdi.
Katoliklik, Protestanlık ve Ortodoksluk kendi içinde değişik oranlarda reform yapmışsa, yapmak zorunda kalmışsa eğer, bu gelişme kendiliğinden olmadı. Dine karşı yürütülen mücadele sayesinde oldu.
Tanrı’ya karşı değil, onu temsil ettiğini iddia eden kurumlara karşı mücadele edeceksin.
Din boştur, din gericiliktir gibi söylemler özünde hiçbir şey söylememektir.
Bunun yerine dinin suç tarihini ortaya koymak gerekir.
Ve soru:
İslamiyetin suç tarihi neden yazılmadı?
Gelecek yazı da bu konuda olacak…


 

11 Nisan 2013 Perşembe

TANRILAŞAN İNSAN




Engin Erkiner
Buraya yazı yazmayalı çok oldu, biliyorum. Umarım bundan sonra bu kadar ara
 vermem…
 Önce birkaç ay önce okuduğum felsefe dergisindeki konudan söz edeyim:
 Dergi o sayısını Tanrı konusuna ayırmıştı ve kapakta şöyle soruyordu:
 “Tanrı iyi bir düşünce midir?”
 Bu soruya değişik yanıtlar veren birkaç filozofla söyleşi vardı.
 Tanrı iyi bir düşünce, burası açık…
 Çözemediğinizi O’na bağlıyorsunuz ve böylece geçici olarak da olsa çözmüş
 oluyorsunuz.
 Ama insanı durdurmak mümkün değil… O geçici olarak Tanrı’ya bağlananın da
sonu geliyor, çünkü soru açıklanabiliyor.
 Tanrı daha geriye çekilmek zorunda kalıyor.
 İnsanlık tarihinin başlangıcından beri sürekli geri çekilmek zorunda kalan
 Tanrı düşüncesinin gittikçe dar bir alana sıkıştığının en iyi bilincinde
 olan Katolik Kilisesi’dir denilebilir.
 1980’li yılları hazırlayacak olursak…
 Evrenbilim, Tanrı düşüncesinin zafere ulaşacağı ya da büyük yenilgi
 yaşayacağı bir alan…
 O yıllarda Büyük Patlama Kuramı vardı.
 Evren, son derece yoğun ve son derece küçük bir cismin patlaması ve
 parçalarının yayılmasıyla zaman içinde oluşmuştu.
 Katolik Kilisesi (herkes Müslümanlar gibi uyumuyor sonuçta) bu kuramın
 yaradılış düşüncesiyle uyum içinde olduğunu ilan etti.
 Biraz acayip bir ilandı bu…
 Tanrı, varsa eğer, evreni yaratmak için neden bu kadar karmaşık bir yola
başvurmuştu?
Bunun cevabı yoktu.
 Katolik Kilisesi’ne göre fiziksel dünya büyük patlamanın ardından fizik
 yasalarına göre gelişmişti. Tanrı bu gelişmeye karışmamıştı.
 İstersen aksini savun, yıllarca savundular ve sürekli kaybettiler. Bu
 nedenle artık savunmuyorlar.
 1987 ya da 1988 yılında Papa VI. Jean Paul Vatikan’da bilimsel bir kongre
topladı.
 Bu kongreye zamanın önemli evrenbilimcileri çağrıldılar. Aralarında Stephan
 Hawking de bulunuyordu.
 Kongrede Papa’nın bir ricası oldu:
 Evrenbilimcilerin büyük patlamadan önce ne olduğunu araştırmamalarını
 istedi.
 Evrenin halen geçerli olan teoriye göre büyük patlamayla oluştuğu biliniyor.
 Peki daha önce ne vardı sorusu ister istemez soruluyor ve araştırılıyor.
 Papa, teolojinin yeniden büyük yenilgi yaşamaması için daha öncesinin
 araştırılmamasını istedi.
 Tabii onun istemesiyle bir şey olmuyor, araştırmalara devam edildi.
 Hawking’in son kitabı, “Evrende Tanrı’ya yer yok” görüşünü savunur.
 Evrenin başlangıcından bugününe kadar olup bitenler fizik yasalarıyla
 açıklanabiliyor.
 Evrenin oluşumu öncesinde Tanrı olabilir, ki o alana giriliyor artık,
 evrenin varoluş tarihi Tanrı’nın varlığına ihtiyaç göstermiyor.
 Teori çok…
Paralel evrenler teorisi var…
 Var olan tek evren bizimkisi değil, başka evrenler de var.
 Bu teorinin pratikte henüz kanıtı bulunamadı. İlerde bulunabilir mi, bu da
 bilinmiyor.
 İnsanlığın elindeki araçlarla somut olarak araştırabileceği evren alanı
 sınırlı…
 Bu durum, evrende yalnız mıyız, başka canlı var mı? sorusunda özellikle
 ortaya çıkıyor.
 Önce canlı ne demek, bunu tanımlamak gerek…
 Tek hücreli amip de canlı ve bu tür canlının varlığı daha gelişmiş
 canlıların zorunlu olarak ortaya çıkacağı anlamına gelmiyor.
 Canlıdan anlaşılan insan kadar gelişmiş bir canlı ise…
 Bırakalım evreni ve daha dar bir alana, kendi galaksimiz Samanyolu’na
 bakalım…
 Yıllar önce dünyadan radyo sinyalleri gönderildi. Galakside bir yerlerde
 insan kadar gelişmiş canlı var ise, bu sinyali anlayabilir ve cevap
 verebilirdi.
 Sinyalin ışık hızıyla galaksinin sonuna kadar gitmesi 100 bin yıl, cevap
 verilirse onun bize ulaşması da bir o kadar sürecek…
 Daha hızlı bir haberleşme aracı bulunmuyor çünkü ışık hızı aşılamıyor.
 Çok daha geniş olan evreni dikkate alırsanız görece dar bir alanda sıkışmış
 durumdayız denilebilir. Başka canlılar gelip bizi bulmazsa bizim onları
 bulmamız imkansız gibi görünüyor.
 İnsan Tanrı’yı sildiğinde O’nun yerine kendisini koydu, ama onun işlevlerini
tam olarak yerine getiremedi. Belki de hiçbir zaman getiremeyecek…
 Böyle bile olsa bu süreç ilerleyecek…
 İnsan gittikçe daha fazla Tanrılaşacak…